30 Haziran 2008 Pazartesi

insomnia





2 gündür gözümden uyku akmasına ve yorgun olmama rağmen bedenim benle çelişiyor.ve yataklarda dört dönüyorum.oysa ki mecburide yaz geceleri hiç bilmediğim kadar serin.yorgana sarılıp yatıyorum haziranda hala....ama gel gör ki uykularla barışamıyorum.ve çok dalıp gidiyorum gün boyu.yine subfebril depresyon mu kokluyorum içten içten.bilmiyorum.şu yazıyı yazarken bile dalmış gitmişim...mecburide yaz geceleri,çardakta çay ve muhabbet sefaları demek."sağlık ocağı sosyal tesisleri"nde saatler ilerlemiyor.uyku sahillerimin kenarısından bile geçmiyor.

28 Haziran 2008 Cumartesi

çile

kalabalıklar içinde yalnızım.en derin gülmelerim içimdeki hıçkıran sesi bastırmak için.içimde hiç durmadan ağlayan bi çocuk büyütüyorum,her yokluğa sızlayan,gördüğü her güzel şeyi kendinin sanan.karşısındaki herkesi kendi gibi zanneden,seven,güvenen,feda eden bi çocuk büyütüyorum.tıpkı yalnızlığı büyütür gibi,tıpkı derinliğime gömülür gibi,tıpkı kimsesizlikte çözülür gibi.o çocuğu besliyorum içimde.öyle bir yazı yazmak istiyorum ki hissettiğim acıyı anlatsın,bütün harfleri topluyorum,yettiremiyorum.zerresini bile kağıda arzedemiyorum.ve sadece ben biliyorum,resmedemiyorum.ağlıyorum,ağlıyorum dindiremiyorum.susuyorum susuyorum,söyleyemiyorum.tek tek dostlarımı yitiriyorum.tek tek.kimseler aramaz oluyor,kimseler halimi sormaz oluyor.ben bu kadarını haketmiyorum.rabbim nasıl zor imtihan,ben geçemiyorum.daraldıkça daralıyor nefes aldığım saha,daraldıkça daralıyor ömrümün çile yolu.ben daha henüz yola çıkan yolcu,içimdeki her hevesi tüketmiş,her dosttan kazık yemiş,her sevdiğinden uzak düşmüş kul,ben rabbin kendini bulması için kabz üstüne kabz verdiği garip kul.kendini şu ilçede,şu bölgede,şu ülkede,şu alemde yapayalnız hisseden kul.hangi dost sözü,hangi düşman nidası kandırabilir ki beni...

27 Haziran 2008 Cuma

mecburide zaman





sözler anlamını yitirdiğinde yazmaktan başka çare yoktur.bomboş gözlerle etrafa bakarken bir çift göz,aynı rüyayı göremediği insanlarla neye güldüğüne odaklanırken,ne mutsuz gözükürken ama ne de mutluyken yazmaktan başka çare yoktur.çünkü yazarken özgürdür sözcükler.karşıdaki yansımasının o anda bi anlamı yoktur.huzur,kaybettiğinde bulunmayan,huzursuzluk,her yanımı saran şey.bir dosta sarılmayalı kaç zaman oldu kimbilir,umursamadan bir dostun yanında serbest bırakmayalı gözyaşlarını.fütursuzca,nereye varacağını düşünmeden konuşmayalı ne çok zaman oldu.şimdi...yalnızlığın gecesinde,ağlamalarıma anlam katacak bi dert araken kendime..sesim aksedecek hiç bi ses bulamazken ve ben bu yalnızlıktan garip bi haz duyarken.acaba bu günler de bitecek mi diyorum.acaba şu baş bi omza değecek mi?ufukta bi huzur var mı benim için yazılmış defterde.

mecburide günler geçer,geçer de,kendiyle başbaşa kaldığında insan bocalar.kendiyle tanışmak ürkütür insanı.ve mecburide zaman hesaplaşmalarla,çabalarla,derin yalnızlıklarla geçer.geriye kalan yüzünün ortasına oturmuş hüzündür.onu bilenden başkasının göremeyeceği.....

21 Haziran 2008 Cumartesi

doğum günüm:)






"Ömrümün güzel çağı!
İçimdeki bin heves,
her güzelin ardından tükendi nefes nefes...!

Artık Sevdâ yolunda ne dilimde bir Dua
ne mızrabımda şevk var
ne sazımda eski ses,
her güzelin ardından tükendi nefes nefes...

Gençlik geldi geçti bir günlük süstü..
Nefsim doyamamaktan dünyaya küstü.."







kime ait olduğunu bulamadığım ama bugün halimi anlatan bir şiir bu yukardaki.
yıllar geçiyor,yaşlar ilerliyor,gençlik çağımız yavaş yavaş devrediyor.
hergün yeni şeyler öğrendiğimiz hayat çizgisi ikindi vaktine doğru meylediyor.
gözlerimizin altına yeni halkalar ekleniyor.yeni bir yaşa girmekten çok,eski yaşı devirmek anlamına geliyor 25 den sonraki doğum günleri.ve zaman ilerliyor,toprakla olan vuslata doğru akreple yelkovan yarışa giriyor.ben büyüyorum,ben ölüyorum...

18 Haziran 2008 Çarşamba

kahvaltısız



yalnızken en çok kahvaltı yapmak koyar adama.her öğün bi şekilde geçer,her gün bi şekilde akşama kavuşur da,kahvaltının yapılası kalmaz yalnızlıkta.çünkü o huzurlu bi ev tablosunun güne başlama simgesidir.çünkü o peynir ve zeytinden çok çok ötedir benim için.domatestir üzerine zeytinyağı gezdirilen,reçellerdir,ve en az 2 kişilik pişirilmiş bişeylerdir.en güzeli melemendir.tek bardak yakışmaz,eğreti durur kahvaltı sofrasında.anlamını yitirir onda teklik.o beraberliğin simgesidir,dostluğun bahanesi.ve yalnızken yeryüzünden silinen öğündür...

17 Haziran 2008 Salı

bavul ve uyku





yola çıkmak için hazırlıklar yapılır,kimbilir hangi yolculuğa bavullar hazırlanır.yola çıkmak bile gayret gerektirir bu dünyada.sen planlarının içinde kaybolurken,rab den içine konan o sıkıntının anlamını ararken,beklenen an gelir.yola çıkmak nasip gerektirir.ve o yollarda,dağlarda,denizlerde nasibin yoksa,adımlar geri gelir,bavullardaki eşyalar yerlerine yerleştirilir.ve yorgunluk,hayallerinde bile olsa yolculuk yapmanın yorgunluğu,derin uykularda dinlendirilir.derin uykularda,kimseyle paylaşılmayacak hülyaların tüllendirdiği derin uykularda...

15 Haziran 2008 Pazar

yine kaza yine facia




sakin bi cumartesi nöbeti mi demiştim en son:)sanmam...sabah 8 de yani nöbet teslim etmeme dakikalar kala,uykunun en tatlı yanında önce çalan telefon ve ardından telsizin anons sesi hiç iyi bişey olmayacağının habercisiydi.keza ölülerin de olduğu bi kazaya çıkış verildi.yataktan,odadan nasıl çıktığımı bilmeden,yüzümü bile yıkamayıp çorabımı bile giymeden çıkmışım meğer.ve kaza yeri.kan revan içinde yatan yaklaşık 15 kişi..ilk tespitte 3 ü ölmüş bile.biri henüz 10 yaşında babasının kafatası üzerine patlamış çocuğun.sadece 2 sini alabilirim.herkes beni alın diye bağırırken,ben sadece 2 kişiyi alabilirim ambulansıma.

dr luk karar verebilme sanatıdır demişti bir hocamız.gerçekten kitabe gibi bir söz olduğunu anlıyorum.dr.luk karar verebilme sanatı.allahtan uzaktaki bir minübüsten 2 kişi koşuyor yanımıza,nöbeti devralmaya gelen iki att(acil tıp teknikeri).ve bir kadın yaklaşıyor yanıma.dr hanım kadın doğum uzmanıyım ne yapabilirim diye.allahım mucizelerine sonsuz teşekkür ediyor,ve personelimi dr hanıma teslim edip,ellerine de acil çantasını bırakıp,seçtiğim(!)(rabbin seçtiği) 2 hastayı alıyorum.biri 13 yaşında baran isminde bir çocuk.diğeri hala kimliği tespit edilemeyen bir kadın.kadının durumu ciddi.kafa travması ve multipl kırıkları var.kırık olmayan biyer bulmakta zorlanıyoruz serum takmak için.baranın bacağı kırık ama çok ağrısı var.onu teselli etmeye çalışıyoruz az kaldı sabret diye.ve hastaneye varıyoruz....


baran şimdi ne halde,ismini ambulansta "ayşe" taktığımız teyze yaşıyor mu bilmiyorum.tek bildiğim olay yerinde bıraktığımız onlarca öğrenci.evet öss ye giden öğrencileri taşıyan bir minübüstü baranların arabasıyla çarpışan.sınavları da,hayalleri de yalan olmuştu.ya baran....annesi,babası,ve kardeşi olay yerinde ölmüş bir çocuktu o.hiçbişey sormadı.o kadar olgundu ki,sadece ayağım ağrıyor diyordu.

sonra diğer ambulansla hastaneye gelen öğrencilerden birine sorduk nereye gidiyordunuz,kaç kişiydiniz diye."hatırlamıyorum"dedi.şoka girmişti.

bir nöbetimiz de tarihe kayıt düşülebilecek hızla gelip geçti.bıraktıkları mı,kattıklarımı daha fazla karar veremiyorum.işim mi?karar verebilme sanatı:)

14 Haziran 2008 Cumartesi

bir cumartesi nöbeti

haftasonu nöbetlerini nedense pek sevmiyorum.gerçekten acil olmayan yığınla hastaya poliklinik açık olmadığı halde bakmak zorunda olmak(çünkü kavga sevmiyorum) canımı sıkıyor.ve reçeteye 2 şurup yazdığım çocuğun babası soruyor.bunları içecek mi?donuyorum.içimden "hayır çiçeğin dibine dökeceksin çocuk öyle iyileşecek" demek geçiyor ama etik değil.ama içimden diyorum ve kimse duymuyor.gerçi hasta gittikten sonra personelime diyorum o da ekliyor "daha güzel koku verir çiçekler" insanlar mı garip yoksa hasta olunca mı garipleşiyorlar karar veremedim.esprili günler yaşıyoruz işte.burda yemeğimizi de kendimiz yapıyoruz,ve ahçımız da yok.yani kısacası 112 personeli aynı zamanda ahçılık da yapıyor.bugün menüde saç kavurma var.

insan 3 günde bir nöbetçi olunca,(size garip gelse de nöbette saç kavurma falan yapmak,yemek)nöbeti zevkli hale getirmek gerekiyor.zevkli ve çekilir.çünkü ilerleyen saatlerde insanı ne gibi sürprizler beklediği belli olmuyor.bazen bi çıkış kocaman bi kaza ya da doğum,saatler sürebiliyor.112 yi seviyorum,çünkü hayat gibi,sürprizlerle dolu.bazen çok acı,bazen çok tatlı...

13 Haziran 2008 Cuma

çelişki





zamanlar ve zamansızlıklar ülkesinde vakit doldururken bi kimse,en çok "güven" arar ve ona ihtiyaç duyarmış meğer.ardını yaslayacağı bir insan bulmak ne kadar zormuş meğer şu dünyada.sevmek ve güvenmek aynı şeyler olmayabilirken,ve en sevdiklerin en güvenmediklerinle eş anlamlı hale gelmeye başlarken düştüğün çelişki kendinle..hayat bi çelişkinin tam ortasında kendine yaslanamamakmış.yaslanmak istediğinde kendini yerinde bulamamak.ve kendini bulamamak bulunmayan şeylerin içinde en acı olanmış.insan bi beni ararken yeryüzünde ve bir biri ararken,aradığından çok uzaklarda,buldum sandığı bavullar arasında kaybolurken en çok da kendine ağlarmış.büyüttüğü çelişkilerle yaşamak ama ulusoy'un deyimiyle günahına bile sahip çıkmaya çalışmak o halde yiğitliğin en hasıymış.yalnızlık en çok da yalnız olmadığını sandığın kalabalıkta hissettiğin derin yaraymış.kendine bile güvenemediğinde insan ve güvenecek kimseleri kalmadığında yanında,yanlış kıyılarda dolaştığını anladığında acı dile getirilmeyecek kadar kutsalmış.rabbi özlemek ama ona giden yollardan çook uzak yerlerde bulmak kendini,başladığı noktanın nerde olduğunu unutmak,kalbinde o'na dair bir titreşim bulamamak ve o'nu hatırlatan şeyleri de unutmak insanı darağacına asarmış...

10 Haziran 2008 Salı

ambulansta doğum





evet uzun bir nöbet olacağı belliydi zaten dünkü sıkıntımdan.ve doğum diye çıkış verince 112, başıma gelecekleri tahmin ediyordum.önce yarım saat kadar ıssız patika bir dağ yolundan bize tarif edilen köye yol almaya başladık.ne telsizin ne telefonun çekmediği,112 ile irtibatımızın kesildiği,bu karanlığın ardından bir yerleşim çıkar mı diye düşünerek giderken,ben her zamanki gibi bir grup insanın neden böyle uzak ve ıssız bir yerde yaşamayı tercih ettiğini düşünmekle meşguldüm.zaten vardığımızda gördüğüm topu topu 3-5 evden oluşan köycüktü.ve sancıları başlamış ilk gebeliği olan bi kadın...

ne mi oldu?tahmin etmek pek zor değil tabi ki.hastaneye yetiştirmeye çalışsak da ambulansla 140 la giderken nur topu gibi bi kızımız oldu.epizyo(kendisi ilk doğumda vajene yapılan kesi demek olur) da açtık hatta.başta korkutsa da bebişimiz bizi nefes almak konusunda şımarıklık yaparak,sonunda güldürdü.

ambulanstan ve doğumdan arta kalansa,üstümüze sıçrayan kanlar ve placenta parçaları,savrulurken üzerine oturduğum batikon,ve yorgunluk.saat gece 2 ye çeyrek kala yazıyorum bu yazıyı ve biz yeni döndük.yani hayat çok zor.ama hangimiz için daha zor bilemedim.o ambulansta 2 canın sorumluluğunu taşıyan bizler için mi yoksa nikahı bile yapılmamış,eşi şehir dışında çalışan ve kayınvalidesi tarafından gebelik aşıları bile yaptırılmaya sağlık ocağına gönderilmemiş kadın için mi...

yağmur

yağmur bana bişeyler fısıldıyor,yağmur bana uzun zamandır hissetmediğim diyarların kokusunu sunuyor.ben eriyorum yağmur üzerime yağsın istiyorum.saçlarımda dolaşsın yağmurun elleri,yüzüme vursun da kirlerini silsin takındığım sahte gülüşlerin.dudaklarıma değsin de yağmur ulvi sevdalara duyduğum susuzluğu dindirsin.yağmur beni aşkında eritsin.yağmur sevdasıyla kararsızlıklarımın üzerine perde çeksin.gölgesi var şimdilerde her yerde,fonumda yağmur şarkıları,dışarda yağmur kokusu,ve ekranımda yağmur resimleri.ağlayamamak mıdır beni yağmurlara iten.özenmek midir deli gibi yağışına,her varlığa varlık katışına.yalnızlığıma eş tuttum şimdi yağmurlu lafları.yağsın istiyorum,essin yüzüme yüzüme tokat gibi.bana kim olduğumu,nerde ne yapıyor olduğumu hatırlatsın.yağmur yüzümde gözyaşından oluşan oluğumda yol alsın.ve onunla beraber toprağa karışsın.yoruldum kavgalardan çünkü ben,yağmur bağırışların sesini bastırsın.yağmur avuçlarıma yağsın ve kokusu her yanımı sarsın..

yağan yağmurun sesini dinlerken bir nöbet ikindisinde,aklıma düştü o güzel insana yazılabilmiş en güzel şiir

..Yıllardır bozu bulanık suları yudumladım
Bir pelikan hüznüyle yürüdüm kumsalları
Yağmur, seni bekleyen bir taş da ben olsaydım

Hasretin alev alev içime bir an düştü
Değişti hayel köşküm, gözümde viran düştü
Sonsuzluk çiçeklerle donandı yüreğimde
Yağmalanmış ruhuma yeni bir devran düştü

...Keşke bir gölge kadar yakınında dursaydım
O mücella çehreni izleseydim ebedi
Sana sırılsıklam bir bakış da ben olsaydım


...Yağmur, duysam içimin göklerinden sesini
Yağarsın; taşlar bile yemyeşil filizlenir
Yıldırımlar parçalar çirkefin gövdesini
Sel gider ve zulmetin çöplüğü temizlenir
Yağmur, bir gün kurtulup çağın kundaklarından
Alsam, ölümsüzlüğü billur dudaklarından

Madeni arzuların ardında seyre daldım
Küflü bir manzaranın çürüyen güllerini
Senin için görülen bir düş de ben olsaydim



nurullah genç



en sevdiğim dostum,gönlümün sultanı iffetimin doğum gününü kutluyorum.iyi ki doğdun iffetçim.ve iyi ki senin gibi birini tanıdım ben.çok uzaklarda olsak da mesafelere yenilmeyen dostluğumuzun ebedi olması dileğiyle...

polikliniğimin analizi




yağmurlu bir anadolu kasabası günü.pek yoğun sayılmazdı sabah polikliniğim.ama çoğu kadın.ve hep biryerleri ağrıyan kadınlar.bugün onlarca organının ağrıdığını söyleyen teyzeye ağrımayan biryerini bulursan sana on puan vercem dedim:)sonuç mu?bulamadı.

kadın olmak zor zanaat.içsel bunalımların organik yansımaları aslında bunlar.tıpta buna somatizasyon diyoruz.yani ruhi sıkıntılar dışarı çıkmak için böyle organik ağrılar,yakınmalar şeklinde cevaplar veriyor.kadın olmak gerçekten zor iş.kendini ifade edememek mi acep bütün bu yansıtmaların sebebi.ya da aileden,eşden yeterince sevgi görememek mi.bir kasabada kadın olmak daha bi zor.çünkü yaşam alanları o kadar kısıtlı ki.ama herşeyden zoru da onlara dr luk yapmak.günde baktığınız 100 hastanın 50 den fazlası böyle olunca,gerçekten ne yapacağınızı bilemiyorsunuz.

hayatta ne kolay ki..

9 Haziran 2008 Pazartesi




yarın nöbetçi olan bir dr için bugünün birçok anlamı vardır.bir kere içinde hep "başıma neler gelecek"tedirginliği taşır.o gün aslında tatil olmaktan çıkmaya başlar sonra.hele yoğun bir yerde çalışıyorsanız akşamdan kendinizi kurmaya başlarsınız.gerilmiyeceğim,sesimi yükseltmeyeceğim vs vs..insanla uğraşmak zor,hele hasta insanla uğraşmak çok zor.bi de kendi bildiği tedavi yöntemine seni ikna etmeye çalışan insanla uğraşmak daha bi zor.

göreve ilk başladığım günler başıma bi dr un belki bir yılda başına gelebilecek herşey gelmişti.genç bi ölüm,trafik kazası,ambulansta doğum,zehirlenme...şu sıralar hoşgeldin partim bitti galiba ki -maşallah diyelim- sakin geçiyor nöbetlerim.ama poliklinikler yoğun.ve bazen insanlara laf anlatamamak çok acı.

bu kadar yazdığıma göre yarın uzun bir nöbet mi olacak acep:(



bu aralar sabah kalkmakta sorunum var.güneşin doğuşlarına şahit olamıyorum.ve varlık sebebimi unutuyorum...

8 Haziran 2008 Pazar

yağmur yağar akasyalar ıslanır
ben yağmura deli buluta deli
bir büyük oyun bu yaşamak dediğin
beni ya sevmeli ya öldürmeli
Gülten Akın

Balkonu kullanıma açmak sanırım yazın geldiğini anlamanın en güzel yanıdır.balkonu kullanıma açtım:)ve gazetemle çayımı alıp kendimi güneşte ısıttım.işte bugünkü gazeteden seçtiğim bi yazı.




"...Bizden epey uzak diyarlarda bir köyde geçiyor olay. Ve bu köyde yaşayan bir yaşlı adamın hayata ve gelişmelere karşı tevekkül içindeki duruşundan bahsediyor. Fakir, lakin bilge bir yaşlı... Köyün, hatta ülkenin en muhteşem atına sahip bu yaşlı adam. Kral elçiler yollayıp çok büyük paralar teklif etmiş ihtiyara. Lakin 'hayır' demiş yaşlı adam; 'Bu at sıradan bir at değil benim için, bir dost. Hiç insan para-pul için dostunu satar mı?'
Köylüler garipsemiş ve içten içe böyle bir alışveriş yapmadığı için akılsızca davrandığını düşünmüşler. Ve günlerden bir gün at ortalıktan kaybolmuş. Tüm köylü atı kralın adamlarının çaldığını düşünmüş. Ve 'Ey bunak, böyle olacağı; bu atı sana bırakmayacakları belliydi. Onu satsaydın şimdi ülkenin en zengin insanlarından biriydin. Ama şimdi hem beş parasız, hem de atsız kaldın!'
Lakin büyük bir tevekkül ile karşılamış tüm bunları yaşlı bilge. "Karar vermek için acele etmeyin." demiş."Sadece 'at kayıp' deyin, çünkü gerçek bu."
Köylüler ihtiyara kahkahalarla gülmüşler. Aradan 15 gün geçmeden at, bir gece ansızın dönmüş... Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine. Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş. Bunu gören köylüler toplanıp ihtiyardan özür dilemişler. "Babalık" demişler, "Sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için, şimdi bir at sürün var.."
Cevabı yine aynı olmuş babalığın; "Karar vermek için gene acele ediyorsunuz." Ve devam etmiş: "Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz."
Köylüler bu defa açıkça ihtiyarla dalga geçmemişler ama içlerinden "Bu herif sahiden gerzek" diye geçirmişler... Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara. "Bir kez daha haklı çıktın" demişler. "Bu atlar yüzünden tek oğlun, bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın." demişler. İhtiyar "Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz." diye cevap vermiş. "O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. Gerçek olan bu... Ötesi sizin verdiğiniz karar. Ama acaba ne kadar doğru? Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez." Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkân yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini ya da esir düşeceğini herkes biliyormuş. Köylüler, gene ihtiyara gelmişler... "Gene haklı olduğun kanıtlandı" demişler. "Oğlunun bacağı kırık ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler, belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer..." Yaşlı bilge, "Siz erken karar vermeye devam edin." demiş, "Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde... Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu sadece Allah biliyor."
Anayasa Mahkemesi bir siyasi parti gibi davrandı, gerçek olan şimdilik bu!
NEDİM HAZAR
ZAMAN

pazar kahvaltısı


kahvaltı kadar güzel bişey var mı dünyada...

7 Haziran 2008 Cumartesi

KIRILGAN KIZLAR KLUBÜ


KEMAL SAYAR



"Bir ses etseniz uçuşup gidecekler. Kazara bir sözcük düşürseniz yere, onun boşluktaki hışırtısıyla kaçışacaklar saklandıkları kovuklara. Her sözcüğün özenle kurulması gerek, ses tonunuz sessizlikle mırıltı arasında gidip gelmeli ki incinmesinler. Onlar, hayat meydan savaşına çıkmadan kendilerini mağlup ilan eden kızlar. Gönüllü mağlupları hayatın.
Kâh yorganlarını başına çeker, kâh kendilerini eve ve sürgit bir mutsuzluğa hapseder ve bir istiğna makamında yaşarlar. İsterler ki bir ses, bir yürek onları bulsun ve onları çocukluğun o sert kışından çekip çıkarsın. Yeterince soğuk yemişlerdir, isterler ki bir yürek onları sarmalasın ve sıcaklığıyla ısıtsın. Sadece böyle bir tesadüf onları hayata çıkarabilir. İncinmiş bir çocukluk, ancak bir başkasına yaslanarak, sendelediğinde mutlaka orada yanı başında olacağını bildikleri bir yürek değneği ile şifa bulacaktır. Kayıtsız şartsız bir anne, varlığını ona sunan bir âşık, ürkekliğin dilini konuşabilen bir insan. Hayat hep kendimize doğru bir yolculuktur.
Onlar çocukluğun o sert kışında dünyanın tehditkâr bir yer olduğu bilgisini edinir. Ruhun karanlığı derinleşir. O derinlik, kendisine mahsus bir neşe üretmekte gecikmez. Acıyla teselli bulmanın neşesi. Maruz kaldıkları her türlü duyarsızlık, dünyanın tekinsizliğini doğrulayan bir kayıt olarak bireysel tarihe not düşülür. Dünya kötüdür ve ondan saklanmak gerekir. Nihilizmin o serin kuyusunda, eylemsiz durarak, dünyaya bir bildiri bırakılır. Hayattan öğrenecekleri her yeni şeyin, yeni darbeler yemekle olabileceği sezgisiyle insandan uzak yaşanır. Kötülükten kendini sakınamayan kızlar, yiğit bir adamın çıkıp da onları serazat sevemediği kızlar, kırılgan kızlar. Mesafe ve kayıtsızlığın zırhıyla, hayatın mızraklarından korunanlar.
Onların birkaçını tanıdım. O zırh ruhun yaralarının bağladığı bir kabuk gibi, onlara ulaşmanızı engeller. Cerahatli yarada yol alan bir cerrah gibi, ustaca sokulmalısınız o sisli geçmişin sokaklarına. Sevilme açlığının açtığı yaralar narindir. Düşünmeden ve hissedilmeden söylenmiş her söz, o yaraya tuz basar. Orada ancak sahici bir insan olabilirseniz, onun yaraları kadar sahici durabilirseniz, kendi yaralarınızla yüzleşecek kadar bir cesaretiniz varsa, varsınız. Kuru nasihatler, ezberlenmiş cümleler, acının örsünde dövülmemiş yaşantılar ruhun yaralarına nüfuz etmez. Ancak kendi kırılganlığının sesini duyabilen birisi, o kırılgan kızları da işitir. İnsan bir başkasını en çok yaralarından tanır. Kendi yaralarından.
Kırılgan kızlarla konuşmak benim için iki türlü bir yolculuktur. Onları, 'içlerinde var olduğunu bilmedikleri' bir yere götürmek için, bir tür kılavuz kaptanlık yapmak zorundayımdır. Ruhun derin acısı o 'var olmayan yer'den yayılır. Orayla karşılaşmak acıyı hafifletmez belki ama bir farkına varış imkânı verir. Farkına varmakla anlam veririz. Bir acıyı anlamlandırabildiğimiz zaman ruh eksik olanı ikmal eder, tamamlanır, olgunlaşır. O acıyı üreten yanlışları durmaksızın tekrarlamaktan vazgeçeriz.
Ve onlarla yürümek beni kendimle buluşturur. Hayatın türlü telâşı içinde kendime söylediğim yalanlarla, kendimden sakladığım gerçeklerle, kendime değmekten kaçındığım yerlerle buluşturur. Bazen onların öyküsünden ayrılarak kendi karanlığıma doğru giderim. O karanlıkta bulduğum bir yaşantı, geri döndüğümde, bana anlatılan öyküyü de anlamamı sağlar. Aslında ben kendi karanlığıma giderken, kendi yolumu yürür ve kendi kırılganlığımla yüzleşirken, ona doğru iz sürmüş olurum. Hayat bazen bir şifa verme çabasıdır. Ötekine, kendimize ve bütün varlığa.
Kırılgan kızlar ya terk edişin soylu dağında bir münzevi olur, ya da hayata bir yerinden katılır ve içlerinde zaman zaman nöbetler halinde dışarı vuran bir sızıyla yaşamayı sürdürürler. 'Yaşamıyor gibi yaşamak' sanatının ustasıdır onlar. Bir keşiş, yedi yüz yıldır mağarasında konaklayan bir bilgeyle karşılaşmış dağda. 'Güzel insan' demiş ona, 'neden şuraya bir ev yapıp da rahat etmiyorsun?' 'Hayat çok kısa' diye cevap vermiş bilge, 'yerleşmeye değmez'. Mağlupların bir bilgeliği vardır. Dünyanın mağlupları, dünyayı yerleşmeye değer bir yer olarak görmeyenlerdir.
Kırılgan kızlar işte biraz da bunun için kırılgandır.. "

tutun ki düşmesin ruhumuz


MUSTAFA ULUSOY

"Sizi rüyada dahi göremeyenlerdenim. Sizi bir kere dahi hayalinde canlandıramayanlardan. Ne takatim vardı buna, ne de becerim. Biz rüyaların insanları değildik. Zor zamanların çocuklarıydık. Rüyaları dahi elinden alınan.
Ama biliyor musunuz? Bunu hiç dert etmedim. Etmek istemedim. Çünkü her yerde sizin izinizi gördüm. Sizin her varlığa düşen nurunuzun ışıltısıyla evrenin dili çözüldü. Dilsizlikten kurtulup O’nu anlatan sözcüklere dönüştü. O’nu anlatan bir şarkı gibi seslendi evren. Her varlık parçası suskunluğunu bozdu, en tatlı sözcüklerle O’nu anlattı. Evrenin dilinin sözcükleri sizinle kalbimize taşındı. Kalbimiz sizinle kederlerini teselli etti.
Siz bize kederin bile içindeki sevinci gösterdiniz. Kederlerimizi, sıkıntılarımızı, dertlerimizi bile sevdirdiniz. En güzel bir sabırla sabretmeyi, sıkıntılara göğüs germeyi tam tamına ancak bir tek siz başardınız. Siz bir sır çözücüsüydünüz. Sırlar sizin önünüzde çözüldü, sırlar önünüzde diz çöktü. Sözcükleriniz ne tatlı, ne kadar sahiciydi. Nereden öğrendiniz bunları?
Siz hep buradasınız. Yanı başımızda.
Bir rüyada bile yüzünüzü görmedim. Biliyor musunuz, bunu hiç dert etmedim. Çünkü sizi hep burada hissetim. Her iyiliğin, güzelliğin, hayrın içinde sizi buldum.
Her kasvetli yaşantıda aklımızı ışıttınız. Olaylara bakışınız, yüzünüzdeki bakış gibi imdadımıza yetişti. Sözcükleriniz en kalın kasvetlere yetti.
Ay ve siz. Siz ve ay. Dağlar ve siz. Siz ve dağlar. Siz ve arkadaşlarınız. Arkadaşlarınız ve siz. Kuşlar ve siz. Siz ve kuşlar. Çöller ve siz. Siz ve çöller. Siz ve eşleriniz. Eşleriniz ve siz. Siz ve tüm insanlık halleri. Tüm insanlık halleri ve siz.
Ne kadar çok şey yaşadınız. Yaşamadığınız bir hüzün kaldı mı sahi? Nasıl dayandınız tüm bunlara? Babanızın siz doğmadan öldüğünü ne zaman öğrendiniz? Öğrendiğinizde neler yaşadınız? Annesiz büyümek nasıl bir mahrumiyetti? Akranlarınızla oynarken onların “Anne, baba” diye seslenmelerini duyduğunuzda gizli gizli ağlar mıydınız, boynunuz bükük hisseder miydiniz kendinizi? Amcalarınızın yanında büyümek nasıl bir kırıklıktı? Eşiniz öldüğünde nasıl dayandınız buna? Ne olur söyleyin. Yalvarırım söyleyin. Özleminizi nasıl giderdiniz? Sevgili amcanız öldüğünde kalbiniz duracak gibi oldu mu? Hayat başınıza yıkıldı mı? Çocuklarınız öldüğünde hangi sözcüklerin bağrına yaslandınız? Ayrılık acısının sızısını ne ile dindirdiniz?
En anlamlı mucizelerinize dahi “Bu bir sihirdir” dendiğinde içinizde bir fırtına koptu mu? Kırıldınız mı? Kırıldığınızda kalbinizden geçen ilk cümle neydi? Size yüz çevrildiğinde O, sizden ne demenizi istedi ve siz ne dediniz? Taif’ten dönüşünüzde nasıl yakardınız Rabbinize?
Bu soruların yanıtları ruhumuzu üşümekten kurtardı. Ruhumuzu tuttu, düşmekten kurtardı. Sizin yanıtlarınızın dışında her cümle, gökteki yıldızlarla ısınmak kadar sahte ve yalancıydı. Yalan tek bir sözcük çıkmadı dudaklarınızdan. Sözcükleriniz heva ve hevesin semtine uğramadı hiç.
Ne kadar sahiciydiniz ve ne kadar güçlü.
Kederden kedere geçtiniz. Karanlıktan karanlığa geçirdi sizi Rabbiniz. Ama siz, her karanlıkta bir nur buldunuz. Sizin tecrübeleriniz olmasaydı biz sahici bir yaşamı nasıl bulacaktık? Siz bize hayatı sundunuz. En gerçeğinden. Bize hayatlarımızı sundunuz. Aydınlık ve karanlığı ile. Siz karanlığı dağıtan nur idiniz.
Biz ancak sizinle tahammül edebiliyoruz hayata, inanın. Sizin sözcüklerinizle. Sizin kalbinize ne iyi geldiyse, bizim kalbimize de ancak o iyi gelebiliyor. Sözcükleriniz ne kadar güçlü? Kalbiniz. O sonsuz derinlikli kalbiniz. Ne kadar güzel sevdi O’nu. Tüm davranışlarınız O’nun içindi, O’nu sevindirmek için.
Ayı neden çok seviyoruz biliyor musunuz? Siz sevmeseydiniz, biz ayı nasıl sevebilirdik? Gece vakti gözlerinizi dikip “Seni Yaratanla beni Yaratan aynı” demeniz aklımıza geliyor. Biz de sizin gibi seslenmeye çalışıyoruz aya. Ayı ne kadar güzel sevdiniz. Ay sizi ne kadar çok sevdi. Ayı her seyredişimizde gördüğümüz nur, sizin nurunuzun tecellisi oldu. Ve nurunuzla şimdi de buradasınız. Yoksa ayı seyretmenin bir anlamı olur muydu? Ya da aydaki anlamı biz başka nasıl bulurduk?
Sağ eliyle yemek yiyorsa bir insan ve bunu siz yaptığınız için yapıyorsa, bu eylemin içinde siz varsınız. Bir çiçeği incitmeyen bir insan, davranışındaki bu nezihliği sizden başka kimden öğrenmiştir ki? Ne kadar nezihsiniz. Ne kadar kibar, ne kadar ince.
Siz buradasınız. Yemeğe başlarken “Bismillah” diyorsak, bunu sizden öğrenmişizdir. Namaza başlama biçimimiz, namazdan sonra ettiğimiz dualar sizin dualarınız değil mi? Yoksa, biz nereden bilirdik en anlamlı duaları?
Belki bir rüyada bile göremedik sizi. Ama hayatımızın her halinde silinmez izlerinizi gördük. Kılıcınızın üzerinde “Gelmeyene gideceksin” yazıyordu. Biz size gelemedik. Siz bize geldiniz. Hoş geldiniz. Ne güzel geldiniz. Siz hep güzel gelirdiniz.
Evimize girerken sağ ayağımızı attık önce. Bunu sadece sizin için yaptık. Sizi hatırladık. Ağzımızdan nazik sözcüklerin çıkmasında sizi bulduk. İhtiyacı olan birinin ihtiyacını gidermemiz, sizin kalbinizdeki merhametin bir sonucu değil mi? Eğer hayat yolunda zerre kadar doğruluğun içindeysek bu doğrulukta siz varsınız. Biz doğru nedir ancak sizinle bildik.
Hayatımızdaki her iyiliğin sizin nurunuzdan çıktığının farkındayız ve bu, kalbimizi kalbinize bağlıyor.
Eğer bir insan bizden korku değil emniyet, düşmanlık değil kardeşlik ve dostluk görüyorsa bu, sizin burada olmanızdandır. Siz kâinatın en emniyet duyulacak insanısınız. Biz de sizin yolunuzda düşe kalka yol almaya çalışan yolcular.
Sizi özlüyoruz. Size duyduğumuz özlemi sizin gibi yaşamaya çalışmakla, sizin gibi teselli aramakla, sizin gibi sabretmeyi öğrenmekle gidermeye çalışıyoruz. Siz bize, size nasıl ulaşacağımızı bile öğrettiniz. “Ben size en güzel rehber değil miyim?” dediniz. Ne güzel dediniz. Bize hayatı öğrettiniz. Yaşamak ancak sizinle kolaylaştı. Siz “güzel ahlak” idiniz. Güzel ahlakı hallerimize kattıkça o hallerin içinde sizi buluyoruz.
İstersek sizi birçok şeyle hatırlarız. Hayata bakışınızla, çocuğunuzu sevme biçiminizle, ayı seyrederken ağzınızdan dökülen sözlerle, Rabbinize tanıklık etme biçiminizle, giyiminizle, dişlerinizi günde birden çok kere temizlemenizle. Ne kadar çok buradasınız. Siz her varlığın ve her zamanın kalbindesiniz.
Her davranışınız O’na bir yakarıştı. Kâinat sessizce konuşuyordu. Kâinatın sessizce konuşan en anlamlı diliydiniz. Sizin gibi yaşamaya çalışmamız da her daim bizi O’na götürüyor, bize O’nu hatırlatıyor. Siz ne güzel bir hatırlatıcısınız. Siz en güzel müjdeleyensiniz. Siz en anlamlı varlıksınız. Çünkü O’nu anlatan en güzel sözcük siz oldunuz. En güzel sözcükler de sizden çıktı. Sizin hayatta O’nu unuttuğunuz bir an bile olmadı. Bu sizin en büyük onurunuzdu. Ne kadar onurluydunuz. Biz de sizi hayatımıza katmakla onurlanıyoruz. Siz bizim için en büyük onur oldunuz.
Bize ne umut veriyor, biliyor musunuz? Biz de sizin dünyanızda çok önemli olduk. Üzerimize o kadar titrediniz ki. Dualarınızdaydık. Hüzünlerinizde, acılarınızda, şefkatinizde, merhametinizdeydik. Size sonsuz karşılık vermek isteriz ancak bunu yapacak takatte değiliz. Ama Rabbimizin size sonsuz karşılık vermesi için duadayız.
Sizi elimizden geldiğince hayatımıza katmaya çalışıyoruz. Daha çoğunu yapmak isterdik. Bu niyete sahibiz.
Biz ancak size tutunabiliyoruz, ancak size güven duyabiliyoruz. Sizin gibi yaşamak için elimizden geleni yapmaya çalışıyoruz.
Nasıl bu dünyada nasıl tuttuysanız ruhlarımızı, ölünce de teslim etmeyin azap meleklerine. İnsan olarak sizden başka hiçbir güvencemiz yok. Sizin kalbinizden başka güvenli bir kalp yok.
Biz zor zamanların çocuklarıyız. Bizden gözlerinizi ayırmayın lütfen. Yaşam tarzınızı yaşam tarzımız kılma gayretiyle size tutunmaya çabalıyoruz. Tüm hoyrat ellere rağmen. Biz size tutundukça sizin de bizi tutacağınızı biliyoruz.
Tutun ki düşmesin ruhumuz. Hiçliğin, yokluğun, karanlığın ellerine düşmesin ve yanmasın ruhumuz."







hal

ben artık hüznün e haliyim.gözlerimin içinde koca bi boşluk,ellerimin içinde,midemin içinde,kalbimin içinde.sözler kalbime değmiyor artık.yoruldum.sabır ilmek ilmek kendini öğretirken bana,saatlerin ucuna astığım ağırlıklar bir işe yaramazken ve imtihan beni en derin yanımdan yakalarken.sabır hiç bilmediğim,hep merak ettiğim şey.ben mecburide sabrı işliyorum.sabrın hal'i oluyorum.var oluyor,yokluktan kurtuluyorum.peki diyorum.mecburide açılan yaralarımı kim sarar benim,kim sarmalar kanayan yanlarımı,patlamış diz kapaklarımı.yaralarıma toprak çalıyorum işte şimdi,en iyi tabip kendinden olandır diyorumve yavaş yavaş kabuk bağlıyorum.ben kendime acımaktan geçiyorum artık.aile kavramına saygımı yitiriyorum.ben belki hiç gezmediğim diyarlara doğru çark ediyorum şimdi.bildiğim bütün gerçekleri sorguluyorum.tek tek masaya yatırıyorum kabuk bağlamış dizlerimi,tek tek yumuşatıp açıyorum.bazen iyileşiyor bazen tekrar kanatıp yeni kabuklar bağlıyorum.zamanım çok burda,ve çok düşünüyorum.düşündükçe bazen yolumu buluyor,bazen kaybediyorum.ve ben insanın en önemli şeyini kaybediyorum burda.tıpkı güvenim kalmadığı gibi ona,ben onun önemini kaybediyorum.ben özgürlük diye geldiğim bu yerde,şimdi hiçbiryere ait olmayan kuşlar kadar özgürüm.ait olmak istemiyordum,al işte şimdi ait değilim,sahip değilim.ben,tek sahibi olan,hesabını sadece o tek'e veren kimseyle bir bağı olmayan biriyim.ben belki ebu zer gibi yalnız yaşayıp yalnız öleceğim...

ölüm


henüz 27 yaşında.ellerimin arasından kayarken.Henüz daha benden bir sene fazla görmüş geceleyin ayı,açık havada yıldızları.
Bir ambulansta gidiyoruz,o yol,o her zaman 25 dakika süren yol bu sefer hiç bitmiyor.şoför oysaki "hocam 16 dakikada geldik"diyor.
Ben yetmiyorum.Rabbe yalvarıyorum.Ben bilmeyenim sen öğretensin diyorum,ben yetmeyenim,sen yetensin diyorum.Ne kadar melek varsa yardıma çağırıyorum.Yetmiyor.27 yaşında,hayatın en tatlısında bi genç,benim ellerimden kayıyor.Benim ellerim titriyor,ama onun kalbi hiç titremiyor.Götürüyoruz hastaneye ama orda da artık çok geç diyorlar.Ve onu,henüz 27 sinde bir genci bi hastane morguna bırakıp dönüyoruz.Ben ağlayacak yer bulsam hiç durmadan ağlıycam.Personelimin yanında ağlayamıyorum.Ambulansın ön koltuğunda,
dönüyoruz.Ambulansın ön koltuğunda başımı cama yaslıyorum.Oynadığım doktorculuk oyununu seyrediyorum.ardımda bırakıyorum artık atmayan bi kalbi.Büyüyorum.Büyüdükçe aslında küçücük olduğumu görüyorum.Hiç birşeye yetemiyorum...

kaza

Bi anons verilir sessizce planlar kurarken nöbet akşamında.sabahtan beri içindeki sıkıntının sebebini ararken bi dr.cuk,bi anons geçilir.trafik kazası,yer parmaksız köyü,3 araç birbirine girmiş.odadan,sağlık ocağından,ilçeden nasıl çıkıldığını bilmeden öyle bi hızla çıkılır.yol boyu dualar yapılır rabbe.bilmeyenim,bilen sensin,yetmeyenim yeten sensin.hayatı ve ölümü veren sensin.ama beni can alan ismine değil,hayat veren isminin tecellisine mazhar kıl diye.yol gider,akşam karanlığında,darma duman olmuş kazaya yaklaşırken derin bir nefes çeker dr.cuk ciğerlerine.rabbim dayanma gücü ver diye.herbiri bir yana saçılmış 6 yaralı.hangisine koşacam diye şaşırır insan olan.insan olan,azıcık kalp taşıyanın nutku tutulur paramparça suratlar karşısında.ve hızlıca karar verir dr.cuk şu ikisini alın ambulansa.ve bağırır etraftaki insanlara.tarlalara bakın,oraya uçmuş yaralı olabilir.2 yaralı ambulansa alınır,herbiri birbirinden travmatik.insan olan ağlar,kalbi dayanmaz.göğsünün tam ortasında dr.cuğun yumruğunun gireceği kadar delik vardır kol düğmeli gömleği olan şık adamın.kol düğmeleri,gömleği çok şıktır lakin,suratının tam ortasında kocaman bi odun parçası da vardır,suratının yarısını koparıp giden....insan olan "allahım imdat"der.2 yaralı 3 personel,savrula savrula yol alan ambulansın içinde giderler.savrulan hayatlar gibi,üzerlerine fışkıran kanlar gibi,insanlıktan çıkan duygular gibi yol alırlar bir bilinmeze.ve her dr.cuğu en mutlu eden şeydir herhalde sağ salim bir hastayı hastaneye ulaştırmak."sağ salim(?)".yorgundur dr.cuk.hayattan yorgun,kederden bitap.bu iş nasıl bir iştir der kendi kendine.hangi insan yapar bu işi.paramparça suratlar görmeye,üzerine,ellerine fışkıran kanlara aldırmamaya kim dayanır.ama herşeye rağmen,bi hastayı kaybetmeden bulup taşımak bile öyle huzurlu bir duygudur ki.paramparça suratların rüyana girmesinden bile gurur duyarsın.dr.cukluk işte böyle ağır a böyle garip bir iştir.bu işin neresini sevdiğini dr.cuklar bile anlamaz....

hüzün


bazen hüzün gelir çöreklenir de yüreğime,bir hal olup taşamaz içerimden.durur seyrederim hüznümü.beni esir alışını seyreylerim.kalbimde umarsız gibi duran bi hüznü,umursamazca sandığım bi seyredişle seyrederim.yaş olup aksın isterim,sel olup taşsın.ama durur da donar ya buz kesmiş kalıp misali.hayretle izlerim.kifayetsiz kalır kelimelerim,ve onları bari yaşayan birileri duysun isterim.akısi olsun bana ait bişeylerin sayfalara.ben,ben olmaktan çıkıp hal olayım,önce bi var da yok olayım,sonra o yoklukla şeref duyayım.ben...ben derken içinden binlerce ene dökülen toprağa,ben diye bağırırken aslında tek derdi farkedilmek olan kadın...yorgunum ve hatta suskun.dibe dalışların en sessizlerini,ve şaha kalkışların idmanlarını yapıyorum beynimde.kendimce içimde biriktiriyorum,sustukça büyürüm,abad olurum zannediyorum.birikiyor,birikiyor,lakin bi volkan edemiyorum.yazıyor,çiziyor ama halimi resmedemiyorum.beni benden iyi bilene,beni herkesten çok sevene,beni tek farkedene varamıyorum.durur da oturursam olaki bi yerde,şu deli gibi üstüme çöreklenen hüzün,söz olup akıyor,harf olup yağıyor da,ben hızına yetişemiyorum.ben belki bi yazan- değil ki yazar-,yaza yaza dünyayı kazan,kederi kara bi kalem yapıp beyaza çizenim.ben ademin torunu,kabil ile habilin soyu,ibrahim silsilesinden gelmiş bi kulum.ebu zer kadar yalnız ama ömer kadar gururluyum.ne oturur ağlarım,ne başımı yaslarım şimdi hemhal olamadıklarıma.mertliğe sığmaz ki anlayamayacaklara anlatmaya çalışmak.eyy yazdığım her kelimeyi,çizdiğim ve oynadığım hayat resmindeki her sahneyi anlayan,eyy anlamakla kalmayıp anladığını da kimseyle paylaşmayan..sadece senin duymanın hazzını duyur bana.seninle hemhal et,gayrı herbiri yalan,herbiri bitmeye mahkum olan aşklara,sevdalara,dostluklara,akrabalıklara bırakma beni.bitip gitmeyeni,yitip tükenmeyeni isteyen şu gönlüme,bitip gitmeyen tek i yitip tükenmeyen bir i duyur.

yalnızlık




kime ve ne diye yazdığımı bilmeden yazmak istiyorum.kağıdın ve kalemin -ki kendileri üzerine yemin edilmiş şeylerdir-cazibesine bırakmak kendimi,sarılmak dostane bi sarılışla.sözlere sarılmak,kelimelere sığınmak belki içimdeki huzursuzluğu alırlar umuduyla.içime çektiğim havada sorun var.ciğerlerime gitmekte zorlanan,adeta benimle inatlaşan bi hava bu.üstümde öyle bir ağırlık,öyle bir yapayalnızlık duygusu ki...duvarlara sarılmak istiyorum.bi omza başımı yaslamak istiyorum.uzun uzun,neden sorulmadan ağlamak istiyorum.uzun uzun ve usul usul.sesler sussun,konuşmalar bitsin,karanlık örtsün heryanı.ve ben başımı yaslayayım biryere.ama uyku ama değil bişey işte.sessizliği dinleyeyim olmadı. yorgunum kelimelerden,ve hecelerden yorgunum.uzayıp giden zamana astığım ağırlıklar belimi büktü,yalnızlıklarıma eklediğim yalnızlıklar kalbime çöktü.yük üstüne yükler çekiyorum,ve sabaha varmayan geceler soluyorum.uykuyu ilaç diye yareme çalıyorum,herbir yarama gururdan merhem yapıyorum.sıvıyor sıvıyorum yanıklarıma,kan toplayan yanlarıma.sonu gelmez sandığım günlerde yeni acılar için bilerken oysa ki rab beni,ben kendimce yoruluyorum.başımı yaslamak istiyorum boynumdan gayrı bi yere.başımı yaslamak hesap sormayacak bi yastığa.toprağa...

kronik depresif

hamuruma fazla katılmış benim hüzün.fırsatını kolluyor her yanımdan girmek için.yine gidiyorum,yine kayıyor ayaklarım yeni derin dünyalara.dudaklarıma gülücük etiketi,yüzümde sahte bi sevecenlik.geceler anlatsa aradaki farkımı.şu kağıt ve kalem konuşsa ona yaptığım işkenceleri.ağzımdan burnumdan fışkırırcasına gelen hüzünden kaçamıyorum,bir adım bile öteye kaçamıyorum.saklanmak şöyle dursun,öyle bi anda durup "sürpriiiz"diyor ki bana,kendimle çelişiyorum."meskun mahallerde"ağlıyorum,sadece onun nazarının değdiği saatlerde ve sadece onunla paylaşmanın verdiği korkunç zevkle.gözlerim değecek bi göz ararken kendine ve kalbim bir var da yok olmak için beni sıkıştırırken,ben ne var ne de yok olan,ne de dünyalık sevgilerde doyacak olan...hesapsız aşların hesabını yapıyorum,kendimi mahvetmenin narsist hazzında kendimi boğuyorum.ucuna bi dokunmaya görsün tek bi söz,bi bakış bi iğma değmeye görsün sandıklara kaldırılmış yalnızlıklarıma,yaralarıma,aşklarıma.ben acıya yaslanmayı adet haline getirme sanatının ustası,kendini şu dünyaya bırakma sevdalısı.uslanmaz bi narsistim.toprak olana dek bi kalkıp bi düşeceğim....


haziran 08 mecburi